Gazete
sütunlarında yayımlanan; güncel, toplumsal, siyasal konuların kişisel görüşe
bağlanarak etkileyici bir anlatımla verildiği kısa yazılara fıkra (köşe
yazısı) denir. Fıkra türü, gazeteciliğin geliştiği 17. yüzyılda Fransa'da
ortaya çıkmıştır. Tanzimat Dönemi'yle Batı'dan edebiyatımıza girer
- Fıkralar, gazete yazıları içerisinde yer alır.
- Fıkra yazıları gazetelerin sütunlarında
yayımlandığı için "köşe yazısı" olarak; yazıları yazanlar da
"köşe yazarı" olarak adlandırılır.
- Fıkralarda amaç, anlatılan konuyla ilgili bir
kamuoyu oluşturmaktır. Siyasi, kültürel, toplumsal ve ekonomik alanlarda
kamuoyu yönlendirilmeye çalışılır.
- Fıkrada yazar konu seçiminde
oldukça özgürdür. Genellikle günlük olaylar ve sorunlarla ilgili kişisel
görüşler dile getirilir. Bu konular, oldukça kısa ve yüzeysel bir şekilde
ele alınır.
- Fıkralarda ele alınan konunun
kanıtlanma zorunluluğu yoktur. Yazarın okuyucuyu inandırma gibi bir
yükümlülüğü bulunmaz.
- Düşünce yazısı olan fıkralar
giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur.
- Makale gibi kalıcı yazılar
olmayıp günübirlik yazılardır.
- Fıkralar, sürekli yazıldıkları
için fıkra yazarlarının güncel olayları takip etmeleri, zengin bir kültür
ve bilgi birikimine sahip olmaları gerekir.
- Fıkralarda yazar, kişisel görüşlerini ileri
sürdüğü için bunları ispatlama gereği duymaz. Fıkra yazarı, okuyucuyu
söylediklerine inandırmak zorunda değildir.
- Fıkra anlatıcıları öznel bir
tavırla yazılarını oluşturur.
- Fıkralar, samimi bir konuşma
dili havasında, tabii, canlı, çarpıcı, içten, yoğun etkileyici bir
anlatıma sahiptir.. Fıkralarda okuyucuyla sohbet ediliyormuş gibi bir
hava sezdirilir. Yani fıkralarda senli benli bir anlatım esastır.
- Fıkralarda nüktelerden, vecize
ve atasözlerinden yer yer faydalanılır.
- Fıkrada örnekleme tekniğinden
olabildiğince yararlanılır. Açıklama, karşılaştırma, tanımlama da başvurulan
anlatım yolları olarak öne çıkar. Anlatımlarda zaman zaman küçük
hikâyelere, nükteli sözlere de yer verildiği görülür.
- Fıkrada okuyucu kendi yorumu ile
baş başa bırakılır.
- Fıkralarda konular, tarafsız bir şekilde ele alınmalıdır.
Fıkralar; "güldürü
fıkraları" ile "gazete fıkraları" olmak üzere
ikiye ayrılır.
YALAN MAKİNASI
TEMEL SÖYLER
Eve geldiğinde karısı Fadime'yi iki gözü iki çeşme ağlarken bulan temel:
2. Gazete Fıkraları
Fıkra
ile Makale Arasındaki Fark
- Makalelerde anlatılanlar mutlaka ispatlanmak
zorundadır; fıkralarda böyle bir zorunluluk bulunmaz.
- Makalede bir sonuca varma amaçlanır. Fıkrada bir
sonuç amaçlanmaz.
- Makaleler ciddi, ağırbaşlı, bilimsel bir
üslupla; fıkralar, samimi, içten, özgür bir anlatımla kaleme
alınır.
- Makaleler uzun; fıkralar kısmen daha kısa
yazılardır.
- Makaleler kalıcı, uzun süreli; fıkralar
günübirlik yazılardır.
- Fıkrada güncel konular; sohbette daha çok
sanatsal konular işlenir.
- Fıkra, anlatım bakımından da sohbetten farklıdır.
Fıkrada serbest anlatım; sohbette daha çok soru-cevap şeklinde bir anlatım
esastır. Yazar, karşısında biri varmış gibi sorular sorar yine kendisi
bunları cevaplar.
- Fıkrada amaç okuru etkilemektir. Sohbette okuru
etkileme gayesi güdülmez.
Gazetenin edebiyatımızda yer almasıyla
birlikte ilk dönemde İbrahim Şinasi Efendi dışında Namık Kemal, Ahmet Mithat
Efendi gazetelerde bu türle ilgili yazılar neşrederler. Sonraki yıllarda Ahmet
Rasim ön plana çıkar. Ahmet Haşim, Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa, Refik
Halit Karay, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Yaşar Nabi
Nayır, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Kabaklı, Peyami Safa, Aziz Nesin, Sabri
Esat Siyavuşgil, Mehmet Barlas, Hasan Pulur fıkralarıyla Türk edebiyatında öne
çıkan kişilerdir.
Fıkra Örnekleri
Örnek 1
DOĞULU VE BATILI OLMAK
Son günlerde Batılı adam olarak hasreti bazı yazarlarımızda da tepmiş. Fakat onların Batılı adam tipi mükemmel adam hayalini değil, maddi adam, dinsiz adam, hatta solcu adam tipini canlandırıyor.
Peyami SAFA
Örnek 2
KAYBOLAN KELİME
Bu bayram, dilimizin bir kelime
kaybettiğine iyice inandım. "Tandır" gibi "kağnı" gibi
artık yaşanan hayatta, yeri kalmamış, şöyle böyle bir kelime değil; zarif,
ince, medeni bir kelime.
Kapıyı çalan çöpçünün pos bıyıkları
arasında onu aradım. Yok!.. Bahşişini alan bekçinin kavlak dudaklarından onu
bekledim. Yok!.. Bakkalın çırağından, sebzecinin yamağından, kasabın oğlundan
onu işitmek istedim. Yok!.. İpek mendilini alan oğlan, eşarbını kıvıran kız,
iki buçukluğu cebine indiren manav, üç gün kapımızı kim çaldıysa hediyesini kim
aldıysa bana o beklediğim kelimeyi vermeden gitti! İki yüz kuruş yazan taksinin
şoförüne iki yüz elli kuruş veriyorsunuz. Taş gibi bir sükût! Kitabından
sevgiyle bahsettiğiniz genç adamla karşılaşıyorsunuz. Hakarete benzer hissiz
bir selam!
Tramvayda, ayakta kalmış bir kadına
yerinizi veriyorsunuz. Yüzünüze, burun delikleriyle yüksekten bir bakış! Ve
hiçbirinin dilinde aradığınız o ince, o kibar, o insanı insan yapan güzel
kelime yok! Geçen yıl, Atina’da bindiğim bir otomobilin şoförü, bana bu
kelimeyi on kuruşluk bahşiş için söylemişti: Hem başından kasketini çıkararak
hem de kelimenin başına bir "çok" ilave ederek.
Roma'nın en büyük otelinde oda hizmetçisi
kız, yine küçük bir hediye karşılığı zarif vücudunu nezaketle kırarak bu
kelimeyi dudaklarında tebessümle süslemişti.
Bir kelime deyip geçmeyiniz. Cemiyet
hayatımızdaki birçok şikâyetleri bu kelimenin yokluğuna bağlamak bile
mümkündür. Düşünüyorum: Artık lügat kitaplarında beyaz kâğıdın kefenlediği bu
ölü kelimeyi nasıl diriltsek? Acaba belediye, bu kelime için bir fiyat listesi
yapamaz mı? Hiç olmazsa çarşıda, pazarda, iş hayatında canımız istediği zaman
listeye bakar, parasını verir ve içimizin özlediği bu üç heceli sözü duyarız!
Haaa! Affedersiniz, deminden beri, yana yakıla hasretini çektiğim bu kelimenin
ne olduğunu söylemedim değil mi?
Teşekkür!
Yusuf Ziya ORTAÇ
Büyük Türk Klasikleri
GÖNÜL KERESTESİYLE
Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın
hamuruyla tekrar yuğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz.
Henüz Acem'in kırmızı kadehleriyle çekik
gözlerini, kırmızı gülleriyle yanık bülbüllerini, kırmızı şallarıyla sevi
boylarını öğrenmediğimiz senelerde şiirimizde teşbih ve istiareler çocukça
denilecek kadar saftı. İşte o zaman Osman Gazî, Söğüt yaylalarında bir türkü
söylüyordu:
Gönül kerestesiyle bir
Yeni şehir ve bâzar yapı
Çobanlık devrini hatırlatan bu sâde, bu
güzel istiare, bu mânîdar türkü bize bugün en doğru siyâset rehberidir!
Anadolu'daki macerayı uzaktan yakından kâh
sevine sevine, kâh korka korka seyreden nice gafiller zannediyor ki eğer bu
harpten Yunan'a karşı silâhlarımızın zaferiyle çıkarsak, Kırım ve Tesalya
seferlerinden sonra olduğu gibi, devlet eski düzende bir daha dirilir, bir
müddet daha keyif süreriz. Bu gafiller kâinatı sırf siyâset gözlüğüyle
seyrettikleri için bedbîn olurlarsa yaman bedbîn oluyor, müebbeden batacağımıza
inanıyorlar, nikbîn olurlarsa eski devletin eski düzende bir daha kurulacağını
sanıyorlar. Lâkin bu macerayı bu gözlerle seyredenler beyaz görürken de
aldanıyorlar, siyah görürken de. Bugünkü Anadolu hâdisesinin mânâsından
bihaberdirler!
Siyâset Türk mes'elesini halletmekle üç
seneden beri yerinde sayarken tabîat yürüdü.
Hakîkî bir görüşle devletin eski bünyânı
bu harbin son günlerinden sonra battı. O batışla millî hareketin ilk tekevvün
ettiği sene arasındaki fasılayı istikbâlin müverrihleri bir devlet fasılası
gibi görecek. Yeni Türk devleti millî hareketle doğdu. Gözlerini biraz ovup da
etrafına bakman her akıllı Türk, hemen idrâk eder ki millî hareket, programının
başlıca kısmını yapmıştır. Millî hareket, eski saltanatın nüvesi olan Türk
toprağından on vilâyeti kurtararak bir devlet kurdu. Bu devlet bugün tam
mânâsıyle vardır, müstakildir. Avrupa'nın son nazariyelerine göre, sînesinde
hak ve halk karışmış ve temelleri Türk milletinin bağrındadır.
Şimdiye kadar milletin uzakta yakında
bütün gönüllerini al bayrak altına toplayan bu devlet ihtilâl devrinden nasıl
muzaffer çıktıysa, harp devrinden de muzaffer çıkacak ve sulhten sonra yeni bir
hayâta girecektir. İnönü şehitleri ve gazîleh Yunanlıları dağıtıp, bütün Türk
gönüllülerini topladığından beri vâkıâ bütün millet nikbîniz yalnız bu
nikbinliktebâzılarının gözleri arkaya, bâzılarının gözü ileriye bakıyor.
Gözleri arkada olanlar mazurdurlar. Çünkü o kadar asırlık hudutsuz bir
saltanatın kendi gidince bile uzun bir zaman vehmi kalır. Süleymân-ı Kanunî o
kadar uzun bir saltanattan sonra öldüğü zaman uzun seneler halk hâlâ yaşadığına
inanmış; bütün bir saltanata göre bu hâdise daha ziyâde böyle tecellî eder,
bununçün mazurdurlar.
Sonra da millî hareket bu son bir sene
zarfına o kadar sür'atli bir mucize gösterdi ki büyüklüğüyle gözleri
kamaştırıyorsa da Türk âleminde yeni tecellî etmiş bir hâdise olduğu için,
herkes daha bu günden hakikî mânâsını etrafıyla idrâk edemiyor. Daha geçen
sene millî hareketi boğmak için haydut Anzavur ve Kuvâ-yı inzibâtiyye'nin zibidi
sürüleri sevk olundu, senesine girmeden millî hareket Yunanistan gibi en mükemmel
derecede mücehhez bir devleti yendi. Bu kadar sür'atle tecelli eden bir
mucizeyi bütün idrâkler birden tam manâsıyla kavrayamaz. Bütün bu Anadolu
cidaline, ekseri gazetelerin dediği gibi bir muahedenin tâdîli eski saltanatın
mehmâ-emken tamâmiyetini muhafaza ve bu uğurda çalışanların mübarek himmeti gibi
bir mânâ verilirse, böyle düşünenler bir kere ellerini şakaklarına koyup
derinden derine tekrar düşünseler ki Anadolu cidali bu kadar basit bir hâdise
olsa o kadar heyecana değmezdi. Şimdiye kadar kaç defâ bu son felâkete yakın
felâketler gördük ve kaç defa da civanmert, azimkâr, dîni bütün müncîlerimizin
himmetiyle kurtulduk. Lâkin o kurtuluşlar bir netice vermedi, aradan kırk sene
geçmedi ki yeni bir felâkete uğradık ve böyle bu günlere kadar geldik. Osmanlı
târihinde ıslâhat ve inkılâplar bir değil, on değil bütün bir silsiledir.
Lâkin hep eskiyi tamir ettikleri için tesîrleri netîcesiz kaldı. Bu son necat
tamamıyla tecellî ettiğinden sonra da eski bünyânı, eski zihniyet, eski idare
ile eski tabakalarında tekrar kursak az bir müddet sonra aynı netîceyi verir.
Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, şerefleri, bayrakları,
medeniyeti, mûsikîsi, mîmârîsi, şiiridir, lâkin şekli, idaresi, siyâseti
değildir.
Zâten insan târihe biraz dikkatli bir bakışla baksa görmez mi ki o saltanat iki buçuk asır evvel Viyana'da mağlûp olduktan sonra merhale merhale dayandı lâkin en vâsi hudutlarını bir türlü koruyamadı, düşman istilâsı gele gele en sonra Osmancığın mezarına, bu devletin ilk teşekkül ettiği ovaya kadar geldi ve bugün orada tekrar doğdu. Viyana mağlûbiyetinden son asrın sonlarına kadar eski saltana tı kâh harple, kâh siyâsetle koruduk. Gördük ki ne silâhlarımızın muzafferiyeti, ne de Avrupa siyâset-i hâriciyesinin müzahereti o derde deva değilmiş, Türk devleti aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğurulmadıkça tam bir sıhhatle yaşamazdı. Osmancığın eski türküsü bununçün bugün bize en doğru siyâset rehberidir.
Beş altı seneden beri edebiyatımızın
gösterdiği çıplaklık manzarası bütün fikir adamlarını düşündürse yeri var.
Okuyup yazmanın halk arasında yayılması ve bundan dolayı okuyucu sayısının
çoğalması nispetinde yazı hünerine arız olan bu soysuzlaşmanın anlaşılmaz
sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız
edebiyatımız değildir. Bu bitkinlik rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi,
ruh ve hayalin bütün bahçelerinde yayılmakta ve bütün yaprakları, yer yer
soldurup kurutmaktadır. Geçen gün Türk Ocağı’nın bayramında bütün iyi niyetlere
rağmen, yaşlı ve yorgun iki sanatkârın ney ve sazından daha genç ve daha zinde
bir şey dinlenilemediğine bakılırsa, musikide de artık sanatkâr neslinin
tükenmiş olduğuna hükmetmek lâzım geliyor.
Gerçi iyimserliği saflık derecesine
vardıran bazı kalem sahipleri, hâlâ kısır çalı fidanları üzerinde taze güller
görmekte ısrar etmektedir. Safdilliğin bu derecesi hakkında fikir beyan etmek,
ancak tıbbın salâhiyetine girer.
Bahsi dağıtmadan edebiyata dönelim. On, on
beş seneden beri aynı nağmeyi geveleyip durduğumuzun açık alâmetlerinden biri,
okuyucunun yeni eserlere karşı gösterdiği hayretsizlik ve alışkanlıktır. Bu
alışkanlık ancak âdet şekline gelmiş bir hassasiyetin uysallığı değil midir?
Aksülâmeller, hiddetler, kinler ve gayzların
durduğu bir fikir âlemi içinde, artık yeni hiçbir eserin ortaya çıkmadığında
zerre kadar şüphemiz olmamalıdır.
Ahmet Haşim, Bize Göre, (Haz. Mehmet
Kaplan) Ankara, 1981.
ZELZELE
Zelzele, dün gece, İstanbul'u uykusunun en
derin yerinde oynattı. Garip şey! Haftalardan beri komşu toprakları sarsan ve
şimdi gizli adımlarla bize yaklaşır gibi olan bu âfetin, faaliyete geçmek için
insan gafletini kollayışta gösterdiği şeytani dikkate bakılırsa, bunun, cana
kastetmiş bir müthiş zekânın işi olduğuna hükmetmek lâzım geliyor.
Öyle ya! Muharebelerde düşmanı, dalgın
karargâhları topa tutmak ve hırsızın soyacağı evin duvarına tırmanmak İçin
intihap ettiği (seçtiği) saat, hemen daima zelzelenin de harekete geçmek için
beklediği saattir: gecenin ilerlemiş bir saati!
Gerek düşman, gerek hırsız, gerek zelzele,
gafil İnsanın soyunup entarisini ([1]) giymesini ve atağa uzanıp, rahat
horlamasını gözlerler.
Anlaşılan, ikide bir toprağın temellerini sarsan gizli ve korkunç kollar, gecenin karanlıkları içinde, insanları, don ve gömlekle, yalınayak, başıkabak, sokaklara perişan dökülmüş görmekten zevk alan tuhaflık merakında bir zalim kuvvetin hesabına, yeraltı âleminde, şu garip faciaları hazırlayıp duruyor!
[1]. Eskiden erkekler de yatarken gecelik denen bir çeşit entari giyerlerdi. Pijamaya sonradan alışıldı.
Ahmet Haşim ("Bize Göre" kitabından)
Ayrıca bakınız
iyimiş
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
Sil👏👏👏
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
SilG
YanıtlaSilteşekkür ederim işime çok yaradı eliniz kaleminiz diliniz dininiz kelamınız kağıdınız mürekkebiniz ucunuz eviniz barkınız zeval görmesin inşallah
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Sizin de inşallah
SilProjem vardı çok yardımcı oldu sağolun
YanıtlaSil