Mehmet Akif Ersoy, ilköğrenimini Fatih'te bulunan Emir Buhari Mahalle Mektebinde bitirdi. Ortaöğrenimine ise Fatih Merkez Rüştiyesinde başladı. Ayrıca Fatih Camisine Farsça derslere gitti. Rüştiyedeki eğitimi boyunca büyük ilgi duyduğu dil derslerinde hep başarılı oldu. Rüştiyeyi bitirdikten sonra Mülkiye İdadisine kaydoldu. Büyük Fatih yangınında evlerini kaybetmeleri ailesini yoksulluğa düşürdü. Mehmet Akif Ersoy da çabuk elden meslek sahibi olmak için Tarım ve Veterinerlik Okulu'na kaydoldu. 1893'te okulunu birincilikle bitirdi.
Okuldan mezun olmasıyla birlikte Kuran-ı Kerim'i ezberleyerek hafız oldu. Sonrasında Ziraat Bakanlığında memuriyet hayatına başladı. 1893'te başlayan memurluk hayatı yaklaşık yirmi yıl sürdü. 1907'de Darülfünun'da Edebiyat-ı Osmaniye dersleri vermeye başladı.
Mehmet Akif Ersoy, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra arkadaşları olan Eşref Edip ve Ebül'ula Mardin'in çıkardığı "Sırat-ı Müstakim" dergisinin başyazarı oldu. Dergi, 1912'den sonra "Sebil'ür-Reşad" adıyla çıkmaya başladı. Mehmet Akif Ersoy'un neredeyse bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Buradaki yazılarında Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'tan etkilenip benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.
Mehmet Akif Ersoy, 1914 yılının başında iki aylık bir seyahate çıktı. Mısır ve Medine'de bulundu. Sonrasında İstanbul'a döndü. 1916'nın başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Arabistan'da iken Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etti. Zaferle birlikte "Çanakkale Destanı"nı yazdı. Arabistan dönüşünde iki ay kadar Lübnan'da kalan Akif, "Necid Çölleri'nden Medine'ye" şiirinde bu seyahatini anlattı.
Mehmet Akif Ersoy, Milli Mücadele'nin başlangıcında İstanbul'da rahat etme olanağı bulmadığından Kurtuluş Savaşı'na destek vermek amacıyla Anadolu'ya geçti. 24 Nisan 1920'de Ankara'ya gelen şair, gazeteci ve siyasetçi olarak Milli Mücadele'ye katıldı. Mustafa Kemal Paşa'nın desteğiyle aynı anda hem Konya hem de Burdur'dan milletvekili seçildi. Mehmet Akif Ersoy, Burdur mebusluğunu tercih etti. Kurtuluş Savaşına katkı sunmak için 1920'nin kasım ayında Kastamonu'da bulunan Nasrullah Camisi'nde müthiş bir vaaz verdi. Bu vaazı, Diyarbakır'da basıldı ve bütün illere dağıtıldı.
1921 yılında Ankara'da bulunan Taceddin Dergâhı'na yerleşen Mehmet Akif Ersoy, bu dönemde Burdur milletvekili olarak mecliste görev yapmaktaydı. Meclis'in Kayseri'ye taşınma fikrine karşı çıkan Akif, Meclis'in Ankara'da kalmasını teklif edip Sakarya'da yeni bir savunma hattının açılmasını önerdi ve teklifi kabul edildi. Mehmet Akif Ersoy'un Tacettin Dergâhı’ndaki evi günümüzde Mehmet Akif Ersoy Müzesi olarak ziyarete açık durumdadır.
Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in önerisiyle İstiklal Marşı'nı yazmak için arkadaşı Hasan Basri Bey tarafından ikna edilir. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklal Marşımız "Sırat-ı Müstakim" ve "Hâkimiyet-i Milliye"de yayımlandı. Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921'de ulusal marş olarak kabul edildi. Akif, İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi.
Mehmet Akif Ersoy, 1922'de sağlık problemlerinden milletvekilliğinden istifa etti. Sonra Mısır Hıdıvi Abbas Halim Paşa'nın davetine uyarak Mısır'a gitti. İlkin sadece kışları Mısır'da geçiren Akif, sonrasında tamamen Mısır'a yerleşti. Mısır'da kaldığı sürede Kur'an çevirisi ve Türkçe dersleri vermekle meşgul oldu.
Mehmet
Akif Ersoy, hastalığı nedeniyle 1936'da tedavi için İstanbul'a döndü. 27 Aralık
1936'da İstanbul Beyoğlu'nda hayatını kaybetti. Cenazesi, Edirnekapı
Mezarlığı'na defnedildi. 1960'ta ise kabri Edirnekapı Şehitliği'ne defnedildi.
- Mehmet Akif Ersoy, 1908'de edebiyat dünyamızda yerini alır ve bağımsız olarak sanat hayatına devam eder. "İslamcılık" akımının temsilcisidir. İslam'ın nasıl algılanması gerektiği hususu üzerinde durur.
- İstiklal Marşımızın şairidir. Yapılan yarışmaya ısrar üzerine katılır ve para ödülünü reddeder. Yarışmada yedi yüzden fazla şiir arasından birinci olur. Şiiri, 12 Mart 1921'de "İstiklal Marşı" olarak kabul edilir.
- "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" unvanlarıyla anılır.
- "Sırat-ı Müstakim" ve "Sebilürreşat" dergilerinde edebiyat ve dinle ilgili makale ve şiirler yayımlar.
- Mehmet Akif Ersoy, "Sanat toplum içindir." anlayışına bağlı olup sosyal gerçekçi şiirin edebiyatımızdaki öncüleri arasında yer alır.
- Dini yönü ağır basan bir edebiyat tarzını benimser.
- Realizm akımının etkisinde kalır. "Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim /İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim." cümleleri onun sanata bakışını özetler.
- Hakikati anlatmaya çalışırken sanat ve güzellik kaygısı taşımaz. Sanatı ikinci plana atar.
- Dini lirizm, şiirlerinde en önemli ve canlı motifler olarak yer alır.
- Gözlem yeteneği üst seviyede olan Akif, şiirlerinde canlı tablolar çizer.
- İslamcı, milliyetçi ve halkçı düşünceleri kaleme alır. Cemiyetin (toplumun) nihai kurtuluşunun dine sarılmakla olacağını savunup ahlakî ve öğretici şiirler yazar. "Nasihat", şiirlerinde çok önemli bir unsur olarak yer alır. Türkçülük hareketine ve Milli Edebiyat akımına karşı çıkar.
- Yoksullara karşı acıma duygusu besler. Bu, "Seyfi Baba"da görülür.
- Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç zamanlarında Anadolu'ya geçip vaazlarıyla halkı mücadele etmeye davet eder.
- Mehmet Akif Ersoy, şiir yazmaya Baytar Mektebinde öğrenci olduğu yıllarda başlar. Yayımlanan ilk şiiri "Kur'an'a Hitap" başlığını taşır. Şiirlerini yedi kitaptan oluşan "Safahat" eserinde bir araya getirir. Eser, 1924'te basılır. İstiklal Marşı'nı Safahat'a koymaz. Bunun nedenini de "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm." şeklinde açıklar.
- Mehmet Akif Ersoy, bütün şiirlerini aruzla yazar.
- Aruz ölçüsünü Türkçeye büyük bir başarıyla uygulayan üç kişiden biri olur.
- Manzum hikâye türünde ustalaşan Akif, hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlatır.
- Şiiri düzyazıya (nazmı nesre) yaklaştırmada tıpkı Tevfik Fikret gibi son derece başarılı olur.
- Dili, ilk dönemlerine nazaran son zamanlarında sadeleşir. Üslubunda somutlaştırma ve mizahilik göze çarpar.
- Mehmet Akif Ersoy'un ölümünün 75. yılı İstiklal Marşı'nın kabulünün 90. yılı nedeniyle 2011 yılı Başbakanlık tarafından "Mehmet Akif Ersoy Yılı" ilan edilir.
- Mehmet Akif Ersoy, Tevfik Fikret'le olan münakaşalarıyla hatırlanır. Tevfik Fikret'i "zangoçluk"la suçlar. Fikret’in "Haluk"una karşı "Asım" eserini kaleme alır.
- Mısır'da iken kaleme aldığı "Gölgeler" şiirinde ölüm düşüncesi ağır basar.
- Milletin ayağa kalkışını ve destan yazmasını "Çanakkale Şehitleri" şiirinde işler. Akif'in ilk büyük destansı şiiri olan bu şiir aynı zamanda epik şiirin en seçkin örnekleri arasında yer alır.
- "Bülbül" şiiri en önemli şiirlerinden olup bu şiirini Bursa'nın işgali üzerine kaleme alır.
- "Küfe"yi manzum hikâye şeklinde kaleme alır. Sosyal drama şeklindeki eserde yoksulluğun boyutları bir çocuğun idealleriyle yaşamak zorunda olduğu hayatı karşılaştırılarak verir.
- Mehmet Akif Ersoy'un kendi hayatından izler taşıyan şiiri olan "Seyfi Baba"yı manzum hikâye şeklinde kaleme alır.
- "Meyhane"yi sosyal içerikli manzum hikâye tarzında kaleme alır.
- "Mahalle Kahvesi"ni sosyal içerikli manzum hikâye tarzında kaleme alır.
- "Safahat" eseri ise İslam ideali üzerine kuruludur. Eserle Mehmet Akif Ersoy, Kuran-ı Kerim'i rehber edinen bir toplum oluşturmayı hedefler.
Safahat: Yedi bölümden oluşur:
Hakkın
Sesleri: Akif, burada Ayeti
Kerimeler ışığında günün siyasal ve toplumsal olaylarına ışık tutar. On
manzumeden oluşur. Eserde ülkenin yaşamış olduğu tarihi olaylara da değinilir.
Süleymaniye
Kürsüsünde: Osmanlı aydınlarının
halkla olan ilişkisi dile getirilir.
Fatih
Kürsüsünde: Yeni nesle çalışma ve
mücadele ruhu kazandırmak isteyen düşünceler içerir.
Hatıralar: Mehmet Akif Ersoy'un I. Dünya Savaşı
yıllarında yazılmış şiirlerini içerir. Eserde toplumsal felaketler karşısında
Akif'in yakarışı yer alır.
Gölgeler: Dini ağırlıklı şiirlerin olduğu eser 41
manzumeden oluşur.
Asım: Eserde I. Dünya Savaşı yıllarındaki
tablolar yer alır.
Küfe
Hasta
Seyfi
Baba
Hasır
Mahalle
Kahvesi
Mehmet Akif Ersoy'un Şiirlerinden Örnekler
BÜLBÜL
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek
bunalmıştım;
Nihâyet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zâten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdîyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhîtin hâli "insâniyyet"in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım ne hicranlar neler andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sînesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:
Ki vâdîden bütün yer yer eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler yâ Rab ne mevcâmevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ Sûr-i Mahşer'di!
— Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
Hazansız bir zemîn isterse şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb’âda;
Hayâtın en muhayyel gâyedir ahrâra dünyâda.
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî'lerin, Fâtih'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkùs inlesin beyninde Osmân'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;
Şenâ'atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan'ın!
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var
mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli... diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
ÂTİYİ KARANLIK GÖREREK AZMİ BIRAKMAK
Âtiyi
karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak
bir ölüm varsa emînim budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş
içindir."
Davransana... Eller de senin, baş da
senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi
kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle
değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma
yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam,
kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen
boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile evlâdını yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü
baykuş...
Sesler de: "Vatan tehlikedeymiş...
Batıyormuş!"
Lâkin hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da yapışsam demiyor bir
tarafından!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman
dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir
kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!' deme,
yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
İSTİKLAL MARŞI
-Kahraman Ordumuza-
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder