Gezi Yazısı

Bir kimsenin gezip gördüğü yerleri, bu yerlerle ilgili edindiği bilgi ve izlenimleri anlattığı yazı türüne gezi yazısı denir. Gezi yazıları insanların görmedikleri yerlere besledikleri merak duygusundan doğmuştur.


Gezi Yazılarının Özellikleri
 
  • "Seyahatname" veya "seyyah yazıları" olarak da adlandırılır.
  • Gezi yazıları, hayal ürünü yazılar değil gerçek yazılardır.
  • Gezi yazılarında gezip görülen yerle ilgili ilginç ayrıntılar seçilir.
  • Gezi yazılarında amaç, okuru bilgilendirmek, onda gezip görme isteği uyandırmaktır.
  • Gezi yazılarında gezilip görülen kentler, yaşayışlar, adetler, gelenek ve görenekler, tarihi ve turistik yerler, doğal güzellikler ilginç ve etkileyici bir dil ve üslupla dile getirilir.
  • Gezi yazılarında saha, yurt içerisinde bir yer olabileceği gibi yurt dışı bir yer de olabilir.
  • Tarih, coğrafya, folklor, toplum bilim ve edebiyat için önemli birer belge niteliğindedirler.
  • Gezi yazılarında öğretici aydınlatıcı bilgiler yer aldığından gezi yazıları, okuyucular için birer rehber niteliğindedir.
  • Gezi yazıları toplumlar arası kültür alışverişini beraberinde getirdiğinden toplumları her açıdan tanıtan yazılardır.
  • "Gözlem" gezi yazılarında çok önemlidir. Gezi yazıları, iyi bir gözlemin sonucunda kaleme alınan yazılardır.
  • Gezi yazılarında öyküleyici, açıklayıcı ve betimleyici anlatım biçimi kullanılır. Yer yer karşılaştırma, örnekleme ve tanık göstermeden de yararlanılır. Özellikle okuyucunun daha iyi anlaması için anlatılan yer diğer yerlerle karşılaştırılır.
  • Gezi yazılarında anlatılacak yer yazarın dikkati ile anlatılır. Yazar, birçok önemli şeyle karşılaşsa bile ancak gördüğü yerleri anlatır. Aynı yeri yazan iki kişinin yazısının farklı olması da bununla ilgilidir.
  • Gezi yazılarında daha çok birinci kişinin (ben) ağzından anlatım söz konusudur.
  • Gezi yazıları bir plan dâhilinde yazılır. Genellikle gezinin başladığı gün ile bittiği tarihe doğru bir kronoloji dikkate alınarak oluşturulur.
  • Gezi yazılarında sade bir o kadar da edebi dil kullanılmalıdır. 
  • Gezi yazıları, belgesel bilgiler içerdiğinden gezi yazılarında yazarlar yalnızca gözlemlerine yer vermeli, farklı bilgiler aktarmamalıdır.
  • Gezi yazıları mensur (düzyazı) şekilde kaleme alınır. Çok az da olsa manzum olarak kaleme alınanlar da vardır.
  • Gezi yazılarında anlatım fotoğraflarla desteklenmelidir.
  • Anlatılanların daha önce anlatılmadığına dikkat edilmeli; anlatılmışsa da bunların farklı ve özgün yönleri ön plana çıkarılmalıdır.
  • Gezi yazılarının bir kısmı doğrudan; bazıları da mektup, günlük, röportaj türlerine ait tekniklerle kaleme alınır. Bu tekniklerle yazıldığında bile yazar "gözlem" gücünü ön plana çıkarır.
  • Gezi esnasında yazar, birçok yer görüp birçok kişiyle tanışır. Bunları sonradan hatırlaması güç olacağı için gezi esnasında kısa kısa notlar alır.
  • Başarılı bir gezi yazısında okuyucu yazıyı okurken kendisini yazarla geziye çıkmış hissetmelidir. 
 
Gezi Yazısı ile Anı Türünün Farkı

Anı (hatıra) ile gezi yazısı türü birbirine oldukça benzerler. Anının gezi yazısından en önemli farkı anıda yazarın kendisini ön plana çıkarmasıdır. Anıda yazar sık sık kendinden bahseder. Gezi yazısında ise gözlem unsuru önemli olduğundan yazarın kendisi gezilip görülen yerlerin gerisinde kalır.

Çevre, gözlem, dışsal gerçeklik anı türünde gezi türündeki gibi belirgin değildir. Gezi yazılarında çevre betimlemesi; anıda ise kişi betimlemesi daha baskındır. Gezi yazıları anılara göre daha realist ve inandırıcı yazılardır.

 
Dünya Edebiyatında Gezi Yazıları

Gezi yazıları, çok eski zamanlara dayanan bir geçmişe sahiptir. Hun hükümdarı Atilla'ya gönderilen Priskos'un eseri ile Kilikyalı Zemarkhos'un Bizans İmparatorluğu elçisi olduğu dönemde tuttuğu notlar gezi yazılarının ilk örneğini oluşturur.

İranlı Nasır Hüsrev'in hacca giderken Mekke'de tuttuğu notlar yine Anadolu ve Mısır izlenimlerini içeren "Sefername" eseri de gezi yazılarının ilk örneklerindendir.

Venedikli ünlü gezgin Marco Polo ve Arap gezgin İbn-i Batuta'nın gezi yazıları ilk önemli eserler olarak bilinir. İbni Batuta özellikle Anadolu ve Horasan başta olmak üzere bu civarlarda yaşayan Türkleri eserinde konu edinmiştir. Marco Polo'nun ise Orta Asya ve Yakın Doğu ülkelerine yaptığı geziden mükemmel bir gezi yazısı örneği ortaya çıkmıştır. Bu eser birçok dile çevrilmiştir.


Dünya edebiyatında gezi türünün önemli örnekleri:

Doğuya Yolculuk: Gerard de Nerval

İsfahan Seyahatnamesi: Pierre Loti

İstanbul: Edmondo de Amicis

İstanbul Seyahatnamesi: Josephus Grelot

Sultanlar Kentine Yolculuk: Salomon Schweigger

Dünyanın Hikâye Edilişi: Marco Polo

Erzurum'a Yolculuk: Aleksandr Puşkin

 
Türk Edebiyatında Gezi Yazıları

Türk edebiyatında ilk gezi kitabı ünlü denizci Seydi Ali Reis'in "Miratü'l Memalik" (Ülkelerin Aynası) eseridir. Seydi Ali Reis, bu eserinde Portekizlilere karşı yapılan büyük savaşta mücadele esnasında bir fırtınaya yakalanan ve Gücerat'a karaya çıkan bu vesileyle kendisinin Hindistan, Afganistan, Buhara ve Maveraünnehir yoluyla Edirne'ye varma yolundaki izlenimlerini kaleme alır. Yaşadığı serüvenler eserin muhtevasını oluşturur.

Kâtip Çelebi'nin "Cihannüma" isimli eseri de kendisinin Osmanlı Devleti'nin birçok yerini dolaşması sonucunda edindiği izlenimleri içermesi anlamında önemli bir eserdir. Bu eserde gezip görülen yerlerle ilgili ayrıntılı bilgiler yer alır. Nabi'nin "Tuhfetü'l Harameyn" eseri de gezi yazısı türüne güzel bir örnek oluşturur.

Edebiyatımızda gezi türünde en önemli eser hiç şüphesiz Evliya Çelebi'nin 17. yüzyılda kaleme aldığı ünlü eseri "Seyahatname"dir. Dünya edebiyatında da bilinen bir eserdir. On cilt halinde yazılan bu eserin ilk bölümü İstanbul'u anlatmaktadır. İstanbul, her açıdan Seyahatname'de yer almıştır.

Evliya Çelebi, tam 40 yıl boyunca Osmanlı Devleti'nin gerek sınırları içinde gerekse de dışında gezip gördüğü yerleri bu eserinde anlatır. Bursa, Trabzon, İzmir, Hicaz, Avusturya, Mısır, Dağıstan ve Habeşistan bahsettiği yerler arasından öne çıkarlar. Çelebi,  gezip gördüğü yerlerin tarihi, etnografik, kültürel, coğrafi özelliklerini sade, içten, akıcı, abartılı bir şekilde kaleme almıştır. Eserdeki söyleşi havası da esere ayrı bir hava katmıştır.

17. yüzyılda Avrupa ve Yakın Doğu ülkelerine görevlendirilen elçilerimizin yazmış oldukları sefaretnameler de birer gezi yazısı niteliğindedir. Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi'nin "Fransız Sefaretnamesi" bu anlamda önemlidir. Çelebi, bu eserinde Lale Devri'nde Fransa'da elçilik yaparken izlenimlerini samimi bir şekilde dile getirmiştir.

19. yüzyıl Türk edebiyatında gezi yazılarına ilginin bir hayli arttığı yüzyıldır. Denizcilerimiz bu anlamda öne çıkar. Uzak Doğu, Orta Asya, Afrika gibi yerlerdeki gözlem ve izlenimler edebiyatımızda gezi yazısı türünde önemli eserler kazandırmıştır.

Tanzimat Dönemi'nde bu türe olan ilgi artmıştır. Ahmet Mithat Efendi'nin kaleme aldığı "Avrupa'da Bir Cevelan" adlı eser bu türün güzel bir örneğini oluşturur. Bu eserde yazar; İstanbul'dan başlayıp Stockholm'e kadar devam eden tren yolculuğundan ayrıca dönüş yolunda Avrupa'da birçok yerle ilgili izlenimlerinden bahseder.

Direktör Ali Bey'in "Seyahat Jurnali" isimli eseri de bu yüzyıldaki önemli gezi yazıları içerisinde yer alır. Servetifünun Edebiyatı'nın önemli şahsiyetlerinden Cenap Şahabettin'in Hicaz yolculuğunu anlatan "Hac Yolunda" ve yine Avrupa'ya yaptığı bir gezideki izlenimlerini aktardığı "Avrupa Mektupları" gezi yazısı türünde önemli yapıtlardır.

Fecriati Edebiyatı'nda Ahmet Haşim'in "Frankfurt Seyahatnamesi" önemli bir gezi yazısı örneğidir. Yazar, eserde tedavi amacıyla gittiği şehre ait özellikleri ve izlenimlerini dile getirir. Haşim, bu yazılarını önce ayrı ayrı yayımlar sonrasında ise bunları kitap haline getirir. Yazarın Frankfurt'a kaldığı sürece mutsuzluğu ve yalnızlığı da eserde yer bulur. 

Sonraki yıllarda bu türde önemli yapıtlar Falih Rıfkı Atay tarafından verilir. Falih Rıfkı Atay, "Deniz Aşırı", "Bizim Akdeniz", "Taymis Kıyıları", "Yolcu Defteri", "Tuna Kıyıları" eserlerini edebiyatımıza kazandırır. Bu eserler yazarın kişisel gözlemlerini ve başka bilgi ve belgelere dayalı betimleme ve yorumlarını içermesi bakımından önemlidir.

Reşat Nuri Güntekin'in "Anadolu Notları" eseri de gezi türünde kaleme alınmış önemli bir eserdir. Bu eserde yazar, bir Anadolu gezisinde yaşanan olayları kaleme alır. İsminden de anlaşıldığı üzere "Anadolu Notları" eseri çeşitli notların derlemesinden oluşmuştur. Eser, Anadolu'nun her açıdan toplumsal bir tarihidir adeta. Anadolu'nun güzellikleri, Anadolu halkının yaşayış tarzı, örf ve adetleri bu eseri süsler.

 

Gezi Yazısı ile İlgili Örnekler

Örnek 1

VİYANA'NIN BEDESTEN ÇARŞISI

Hepsi bin beş yüz dükkândır. Öylesine düzenli yapılmış, öylesine şenlik ve süslüdür ki her bir dükkâncıda birer Mısır hazinesi mal vardır. Her esnafı sokak sokak birer ulu yola dağılmış saatçılar, kuyumcular, kitapbasmacılar, berberler ve terzilerin çarşıları öyle süslüdür ki sanki nigerhane-i Çin nakşıdır. Şaşılacak sanatlar işleyip görülecek aletler yapmada eşsiz sokaklardır. Vakitleri gösteren, ay ve günlü, burçları gösteren, takvimli, aşmalı çalar saatler işlenir. Ve bütün türlü türlü yaratıkların tasvirleriyle çeşit çeşit saatler yaparlar ki gözleri, elleri ve ayakları kımıldayıp gören adam o hayvanları canlı da öyle hareketler ediyorlar sanır. Oysa onu büyük ustalar çark ile işletip saat etmişlerdir. Bütün şehir içinde ne kadar değirmenler varsa ne at ne sığır ne de adam çevirir. Değirmenleri ve kebap şişlerini ve kuyulardan kovalarla su çekmeyi ve kırlarında gezen arabaları atsız, sığırsız, bütün başka yoldan, akıllarını kullanarak ve sanatlı saat çarkı ile yürütürler. Değirmenler ve kalıp çarkları ve kuyuların dolapları ibret verir arabalardır. Ama her araba kırda giderken yüz kantar yük çeker. On mandanın çeviremeyeceği arabaları çarklar çevirip düz yerde rahat gider. Ama yokuşa gidemez; inişe hızla giderken arabanın ardında ağır bir yük sürütüp arabalar aşağı inse rahat gider. Ancak araba üzerinde bir kâfirin elinde bir çatal demir uçlu sırığı var, onunla arabayı sağa sola çevirir. Eğer araba pek gitsin derse saat gibi arabanın çarklarını kurup hızlı gider. Ama şaşılacak bir sanattır ki bu çarklı arabaların kimisi hem arabadır hem dört tekerleğinin yanlarında birer un değirmenleri var, kimisinde ikişer değirmen işler. Ama bu değirmenli araba iki kattır, az yük götürür, şaşılacak, görülmedik sanatlı arabalardır. Bu Beç şehri içinde çeşit çeşit demirden el değirmenleri yaparlar, bir heybeye ya da hararlara koyup yolculuklarında birlikte götürürler. Bir saatte iki kile un öğütür. Yolcuya pek gerek olan el değirmenleridir. Başka bir çeşidi de şudur: Bir küçük sandığın içine yine demirden un değirmenleri yaparlar, adam çevirmeden bunu da çarklar çevirir. Hemen buğdayını eksik etmeyip on iki saatte bu çarklarını kurdukça ince un, beyaz un öğütür. İbret Alınacak Bir Sanat: Bir türlü mum şamdanı yaparlar, yarım saatte bir mum fitilini kesmeye şamdanın içinden komik görünüşlü  bir Arap çıkıp mumun fitilini elindeki makasla keser, yine şamdanın altında kaybolur.

Evliya Çelebi (Seyahatname)


Örnek 2

İSTANBUL BEYANINDADIR

Bu şehri Hazret-i Süleyman'ın kurduğu söylenir. Ayrıca Türklerin bu şehri almaları yüce Kuran'daki "Kutlu Belde" tamlamasıyla anlatılır. Sözün kısası Türk gümbürtüsü Türk görkemi Türk velvelesi Türk debdebesi ve Türk'ün zaferi olan bu beldenin yeryüzünde bir benzeri yoktur. Yunan ve öteki tarihçelerin İstanbul'un kuruluşunda söz birliği ettikleri hikâye şöyledir. Hazret-i Peygamber'in doğumundan 1600 yıl önce Hazret-i Süleyman insanlara cinilere kuşlara vahşi hayvanlara ve rüzgâra hükmederken bir padişah ona isyan etti. Hazreti Süleyman bu padişahın ülkesine varıp onu tutsak etti. Ancak bu padişahın periler kadar güzel bir kızı vardı. Dul olan Süleyman Nebi padişahın kızıyla evlenince onu Rum illerine getirdi. Kız şeytanın aldatmasıyla durmadan ağlamakta idi. Süleyman Peygamber eşinin ağlamasının ve kederinin nedenini sorunca: "Ya Eminallah! Dilerim ki benim için burada büyük bir saray yaptırırsın ben de geri kalan ömrümü orada daima ibadetle geçiririm." diyerek ricada bulundu. Hazret-i Süleyman uzun araştırmalardan sonra İstanbul toprağına geldi. Şimdi Hünkâr Bahçesi denilen Sarayburnu'na gelip orada otağını kurdu bir gecede su ve havasının güzelliğine vuruldu. Orada da büyük bir saray ve rengârenk bahçeler içinde köşkler yaptırdı. Daha sonra da İstanbul için şöyle bir duada bulundu: "Bu şehir cihan yıkılıncaya değin bakımlı ve onarımlı kalsın."

Evliya Çelebi (Seyahatname)

 
Örnek 3

VİYANA'DA BÎR HASTANIN AMELİYATI

Viyana'da bir hastanın şakağına mermi girmişti. Doktor ve yardımcısı bu mermiyi çıkarmak için ameliyata başladılar. Ben de izin istedim ve sessizce onları izledim. Doktor öncelik­le hastanın alnının ortasından başlamak üzere baştaki deriyi iki tarafa doğru soydu. Ardından başının yan tarafından bir delik açtı. Sonra bir demir parçasıyla kafatasını kaktırarak ayırdı. Kafatasının tam ortası keserin dişleri gibi birbirine geç­miş olduğu için tam ortadan ikiye bölündü. Ben hastaya da­ha yakından bakmak için yaklaştım, bu arada mendille ağzı­mı kapattım. Doktor bana niçin ağzını bu şekilde kapattın de­yince: "Belki hapşırırım ve hastaya zarar verebilirim." deyin­ce doktor: "Sen doktor olmalıymışsın." dedi. Ardından dok­tor kurşunu çıkardı, kurşunun yerini de bir süngerle temizle­di. Sonra da kemikleri eskisi gibi birleştirdi. Deriyi de kapattı. Ardından yüzlerce iri at karıncası getirdiler. Doktor karıncaları tek tek derinin bitiştiği yerlere yaklaştırıyordu. Karınca bu bi­tişen deriyi ısırır ısırmaz, doktor karıncayı belinden kesiyordu. Böylece deriyi baştanbaşa kapattılar. Birkaç hafta sonra adam iyileşti, karınca parçaları da kendiliğinden döküldü.

Evliya Çelebi (Seyahatname)

 
Örnek 4

OTORAY YOLCULUĞU NİĞDE–KAYSERİ

Niğde'ye yaklaşıyorduk.

Yanımda oturan bir Niğdeli şehrin eteğini saran ağaç kümeleri arasında pekiyi seçemediğim bir noktayı işaret etti. — Faruk Nafizin hanı, dedi.

Büyük şairin han sahibi olduğu günleri de inşallah görürüz. Fakat yol arkadaşımın bana gösterdiği bina sadece Faruk Nafizin unutulmaz Han Duvarları şiirinde tasvir ettiği han idi.

Kıyafetinden anlaşıldığına göre Niğdeli arkadaş bir esnaf yahut işçi idi. Böyle olmakla beraber Han Duvarları'nı ve Faruk Nafiz'i biliyordu. Daha garibi trende ilk gördüğü bir yabancının bu şiiri, şiirde tasvir edilen hanı ve Faruk Nafiz'i tanımamasını kabul etmiyor, ateş ve su nev'inden herkesçe malûm şeylerden bahseder gibi iki kelime ile bana maksadını anlattığına inanıyordu.

Güzel şiirin kudreti! İyi yazılmış bir manzum hikâye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine rağmen asıl sahibinin elinden alıyor, Faruk Nafiz'e mal ediyordu.

Maamafih arkamızda ayakta duran ve bizi dinleyen uzun boylu bir sakallının "yok yahu… O han falanındır" diye öteki mal sahibinin hakkını da ziyadan kurtardığını itirafa mecburum.

Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk Nafiz'in istiklâl muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun mesafeyi, ben bugün otoray denen yeni icat bir âlet içinde, âdeta uçarak geçiyorum.

Akşamın beş buçuğunda daha Niğde istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri'de olacağım.

Bisikletin ilk icadı zamanlarında ona verilen Şeytan Arabası ismini bu otoraya saklamak lazımmış! Otoray görünüşte yirmi otuz kişilik büyücek bir otobüs. Fakat ikisi arasında âdeta nalınlı adam ile patenli adam farkı var. Otobüsün mütemadiyen taşla, toprakla boğuşmasına mukabil Otoray, cilâlı çelik raylar üstünde yağ gibi kayıyor.

Ulukışla ile Kayseri arasında günde iki sefer yapan bu arabaların, birinci ve ikinci sınıf yolcuları için, şoförün arkasında dört maroken koltu­ğu, cemekânlı bir kapı ile buradan ayrılan geri tarafında da demokratlara mahsus, yirmi otuz kişilik kanapesi var.

Bazı şakacı yolcular lüks kısma Lortlar kamarası, ötekine Avam kamarası adını takmışlar.

Bu Otoray, yolları âdeta çocuk oyuncağına çevirmiş. Meselâ Kayserililer bizim Ada vapurları biletinden daha ucuz bir para ile günübirli­ğine Bor bahçelerinde eğlenmeye gidiyorlar.

Şoför, daha doğrusu makinistin bana anlattığına göre Adana ve Kayseri'de oturan iki akraba, meselâ bir ana kız pazar sabahları bulunduk­ları yerden hareket ediyor, öğleyin Ulukışla'da birleşiyorlar; akşama doğru yine evlerine dönüyorlarmış.

Bu seyahat, artık yolculuktan usandığım bir zamana rastlamış olmak­la beraber beni atlıkarıncaya binmiş bir bayram çocuğu gibi eğlendiriyor­du. Otoray, son derece munis bir dekor arasından akıp giderken kâh makinistin omuz başından önümüzdeki yola, kâh arkaya geçerek akşam ışıkları ile sararıp kızaran ovalara bakıyordum.

Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı değiştirmekle kalmıyor; duygularımıza dünyayı görüş tarzımıza da tesir ediyor. 

Yolculukta akşam, insanının gayri ihtiyarî garipsediği, kendini karan­lık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam garipliği terkib ile anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz bucaksız mesafeler arasında kaybolmuş hisset­memizin, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunun elbette bir payı vardır. Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor, insana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde dolaşmak hissini veri­yor.

Faruk Nafiz:

"Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar"

diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak, "kendi­ni tekerleğin sesine kaptırarak" geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu acı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi?

Reşat Nuri Güntekin (Anadolu Notları'ndan)


Örnek 5

ROMA'DA

Bu, Roma'ya üçüncü gelişimdir. Ama Roma, orada doğup orada büyüyenler için bile bitmez. Her heykel, her tablo, her anıt, size her görünüşünde  güzelliğin yeni bir sırrını açacaktır. Roma'da heykel vatandaş olmuştur. 0, müzede değil, bizim gibi sokaklarda dolaşıyor, meydanlarda geziniyor, parklarda dinleniyor! Sabahleyin ağzından sular dökülen aslanları seyrederek Doney'e gittim. Burası, büyük otellerin, şık mağazaların ve camlarından hare hare sular akan çiçeklerin sıralandığı büyük bir cadde üstünde, Via Veneto'da bir kahvedir ama Mehmet Akif'in "Mahalle Kahvesi" değil, bir temizlik ve zarâfet sergisi...
Kaldırım üstündeki masalardan birine oturdum. Garson, ısmarladığım portakal suyunu getirdi. İçinde dört köşe, pırıl pırıl bir buz parçası, yanında, ipek kâğıtlı keselere el değmeden doldurulmuş şeker...
Bardağı yudum yudum emerek caddeyi seyrediyorum: iskarpinler geçiyor... Siyah iskarpinler, beyaz iskarpinler... Bağlısı var, düzü var, fiyonklusu var. Ama iki şey yok: Boyasızı bir, çarpık ökçelisi iki.
Gözlerimi yavaş yavaş yukarı kaldırıyorum: Her kadın başı güzel taranmış ve her erkek çehresi jiletten yeni çıkmış. Roma sokaklarında dağınık kafa, kepekli saç ve tıraşsız surat göremezsiniz. Via Veneto yolcuları arasında bir şey daha yok: Hasta ve sarsak adam. Değil koltuk  değnekleriyle asfaltı karıştıran topala, değil bastonuyla kaldırımları dürtükleyen köre, öksüren insana bile rastlayamazsınız. Avrupalı, öksürdü mü:
— Hastalandım, deyip yatağa giriyor.

Yusuf Ziya Ortaç (Göz Ucu ile Avrupa)


Örnek 6

GÜZELİM TAŞKENT

Uçağımız, Moskova Havaalanı'ndan saat 23.00'de kalktı. Bir süre sonra, gökyüzünde sanki rüzgârsız, bu­lutsuz, yıldızsız bir noktaya, uzun bir süre takılı kaldık. Önce koyu lacivert, sonra açık mavi bir gökyüzü, pence­relerimizi süslemeye başladı. Böyle, saatlerce güneydo­ğuya doğru uçtuk. Taşkent'e indiğimiz zaman, güneşin ilk ışıkları, Türkistan topraklarını daha yeni yeni öpüyor­du. Anlatılmaz bir şafak güzelliği, ruhumu ürpertilerle doldururken Taşkent toprağına ilk adımımı attım...

Serin bir rüzgâr yüzümü okşadı. Siz hiç rüzgâr öp­tünüz mü? Ben rüzgârı, hem de yüzlerce defa, o güzel Taşkent sabahında öperek yürüdüm. İçimden: "Merha­ba huzur" diyordum. "Merhaba sevgili Taşkent!..." De­mek ki artık, Türkistan Toprağı'ndayım.

Karşı binalardan iki Özbek, uçağa doğru koşmaya başladı, ikisinin de başında, ipek ibrişimlerle çiçek açan badem ve gözyaşı motifli Özbek takkeleri var. Badem motifleri, Asya Türkü'nün, çekik gözlerine benziyor. Orta yaşlı Özbek, genç yardımcısına bağırdı:

"-Envar! Envar! Sen mihmanları surda yığışla, son­ra bile getgen! çabıkl çabık! çabık!"

Taşkent'te, Türkçe duyduğum ilk cümle budur. Her kelime bir dost selâmı gibi gelip yüreğimi buldu: "Enver! Enver! Sen misafirleri şuraya topla. Sonra birlik­te gidelim. Çabuk, çabuk, çabuk!"

Misafirler, sağa sola koşuşan Enver'in gösterdiği salonda toplanmakta gecikmediler. Biraz sonra, araba­larla Taşkent yoluna düştük. Ay yüzüne inmiş bir insan gibi, her yere dikkatle bakmaya, her kelimeye kulak ka­bartmaya başladım. Alabildiğine uzanan düz bir toprak, sonsuzda, ufukla birleşiyor. Toprak tanınır mı hiç? Gök­yüzü tanınır mı? Rüzgâr tanınır mı? Herhalde hayır  diye­ceksiniz! Ama ben, ilk defa gördüğüm o aziz toprakları tanıdım? Gökyüzünü tanıdım! Rüzgârını tanıdım! Kendi kendime: "Şu alabildiğine dümdüz uzanan topraklar, bal gibi Konya bozkırı! Şu açık, şu insana huzur veren mas­mavi gökyüzü, bizim Bursa'dan! Şu mis gibi serin rüzgâr Sivas yaylalarından! Ve bu sevimli yüzler, badem gözler, bizim eşimizden dostumuzdan; bizim kavim kardeşimiz­den!" diyordum.

Kilometrelerce yol aldığımız halde, ne bir karış yüksekliğinde bir tümsekten atlıyor, ne de çok hafif bir meyilden kayıyoruz.

Taşkent'e huzurlu yaklaşıyoruz. Taşkent, sabahın ilk ışıkları altında yavaş yavaş gerinen bir dev gibi... Ken­disine yaklaştıkça karşımızda önce toparlanıp oturmaya, sonra doğrulup ayağa kalkmaya başlıyor.

Arabalarımız şehrin büyük ve geniş caddelerine gi­rer girmez şaşırıp kaldım. Çünkü gördüm ki Taşkent, pı­rıl pırıl geniş caddeler, kocaman havuzlarla güzelleşen büyük meydanlar, heybetli apartmanlar, gölgeli ve çi­çekli parklar, gösterişli sinemalar, Özbek Nakışları'yla süslü zengin müzeler, alımlı heykeller, çeşitli üniversite­ler ve uğultulu fabrikalar şehri...

Etrafta ne bir kerpiç ev, ne bir kerpiç duvar, ne tozlu topraklı bir eski yol var. Taşkent, Asya ruhundan sıyrılarak, tam bir Avrupa şehri olmaya başlamış.

Arabalarımız 16 katlı "Özbekistan Mihmanhanası" önünde durduğu zaman, güneş bir-iki minare boyu an­cak yükselmişti. Gördüm ki; Özbekistan Mihmanhanası, etrafını kuşatan geniş caddelere, birkaç metre yükselti­len yığma bir düzlükten bakıyor. 16 katlı Özbekistan Mi­safirhanesi, modern bir otel. Meydanın bir köşesinde, kocaman bir havuzun sayısız fıskiyelerinden sakırdaya­rak dökülen suların ince musikisi, kuş cıvıltılarıyla birlik­te, etrafa perde perde yayılıyor. Ve o serin meydanı süs­leyen iri güller, sabah mahmurluğuyla yüzümüze gülüm­süyorlar. İki bin kişilik Özbekistan Mihmanhanası'nda, bizim için ayrılan odalarımıza çekildik.

Taşkent'i yakından tanımak için, akşama doğru so­kağa çıkabildik. Günlerden pazardı. Dışarıda nefis bir hava vardı. Rastgele yürümeye başladık. Büyük ve güzel parklardan geçtik. Büyük ve güzel meydanlar gördük. Büyük ve güzel fıskiyeli havuzlar, ruhumuzu bir sonsuz­luk türküsüyle kucakladılar. Geniş kaldırımlı caddelerde, yer yer açılıp saçılan zarif çiçeklikler, yüreğimizi sevda­landırdı. Birdenbire Taşkent'i bu haliyle de sevmeye başladım. Taşkent bana, sessiz ve sakin bir sayfiye şehriymiş gibi geldi. Müthiş bir sessizlik, müthiş bir ıssızlık, şehrin bütün caddelerini, bütün meydanlarını kucağına çekmişti. Görünürlerde, hemen hemen hiç kimse yoktu. Güzelim Taşkent, sanki bir hava hücumuna uğramış ve­ya terk edilmiş bir şehir kaderiyle, derinden derine ken­disini dinliyordu. Geniş yapraklı ağaçların arkasında yük­selen blok apartmanlar, pencerelerin ve balkon kapıları­nı sıkı sıkıya kapayarak, esrarengiz hâllerini gözlerimiz­den kaçırmaya çalışıyorlardı. Bizi, zaman zaman olduğu­muz yere çivileyen bazı büyük binaların mimarileri, Türk - İslâm medeniyetinin nakışlarıyla süslüydü. Ben, modern binaların ön cephelerinin büyük bir kilim gibi boy­dan boya işlendiğini, ilk defa Taşkent'te gördüm. Bu çarpıcı güzellikler içinde, birkaç Özbek'e rastlamak, ko­nuşmalarına kulak kabartmak, yüzlerine, gözlerine, kıya­fetlerine bakmak için can atıyordum. Hayret! Kilometre­lerce yürüdüğümüz halde, karşılaştığımız kimseler ancak 5-10 sayısı içinde kaldılar. Kırmızı yanan trafik lambala­rı önünde 3-5 araba ya var; ya yoktu. Her köşe başın­da, her cadde üzerinde, her meydan ortasında, sessizlik âdeta taş kesilmiş. Peki, ama bu bir milyon sekiz yüz bin nüfuslu şehrin halkı nerelerde acaba? Çetin Tunca, içimden geçenleri duymuş gibi söze başladı:

"-Taşkent böyledir işte! Âdeta bir sayfiye şehridir. Ama Baku sıcak, canlı, güzel bir şehir."

Yavuz Bülent Bakiler (Türkistan Türkistan)


Ayrıca bakınız


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder