Bir kimsenin gezip gördüğü yerleri, bu yerlerle ilgili edindiği bilgi ve izlenimleri anlattığı yazı türüne gezi yazısı denir. Gezi yazıları insanların görmedikleri yerlere besledikleri merak duygusundan doğmuştur.
- "Seyahatname"
veya "seyyah yazıları" olarak da adlandırılır.
- Gezi
yazıları, hayal ürünü yazılar değil gerçek yazılardır.
- Gezi
yazılarında gezip görülen yerle ilgili ilginç ayrıntılar seçilir.
- Gezi
yazılarında amaç, okuru bilgilendirmek, onda gezip görme isteği
uyandırmaktır.
- Gezi
yazılarında gezilip görülen kentler, yaşayışlar, adetler, gelenek ve
görenekler, tarihi ve turistik yerler, doğal güzellikler ilginç ve
etkileyici bir dil ve üslupla dile getirilir.
- Gezi yazılarında
saha, yurt içerisinde bir yer olabileceği gibi yurt dışı bir yer de
olabilir.
- Tarih,
coğrafya, folklor, toplum bilim ve edebiyat için önemli birer belge
niteliğindedirler.
- Gezi
yazılarında öğretici aydınlatıcı bilgiler yer aldığından gezi yazıları,
okuyucular için birer rehber niteliğindedir.
- Gezi
yazıları toplumlar arası kültür alışverişini beraberinde getirdiğinden
toplumları her açıdan tanıtan yazılardır.
- "Gözlem"
gezi yazılarında çok önemlidir. Gezi yazıları, iyi bir gözlemin sonucunda
kaleme alınan yazılardır.
- Gezi
yazılarında öyküleyici, açıklayıcı ve betimleyici anlatım biçimi
kullanılır. Yer yer karşılaştırma, örnekleme ve tanık göstermeden de
yararlanılır. Özellikle okuyucunun daha iyi anlaması için anlatılan yer
diğer yerlerle karşılaştırılır.
- Gezi
yazılarında anlatılacak yer yazarın dikkati ile anlatılır. Yazar, birçok
önemli şeyle karşılaşsa bile ancak gördüğü yerleri anlatır. Aynı yeri
yazan iki kişinin yazısının farklı olması da bununla ilgilidir.
- Gezi
yazılarında daha çok birinci kişinin (ben) ağzından anlatım söz konusudur.
- Gezi
yazıları bir plan dâhilinde yazılır. Genellikle gezinin başladığı gün ile
bittiği tarihe doğru bir kronoloji dikkate alınarak oluşturulur.
- Gezi
yazılarında sade bir o kadar da edebi dil kullanılmalıdır.
- Gezi
yazıları, belgesel bilgiler içerdiğinden gezi yazılarında yazarlar
yalnızca gözlemlerine yer vermeli, farklı bilgiler aktarmamalıdır.
- Gezi
yazıları mensur (düzyazı) şekilde kaleme alınır. Çok az da olsa manzum
olarak kaleme alınanlar da vardır.
- Gezi yazılarında
anlatım fotoğraflarla desteklenmelidir.
- Anlatılanların
daha önce anlatılmadığına dikkat edilmeli; anlatılmışsa da bunların farklı
ve özgün yönleri ön plana çıkarılmalıdır.
- Gezi
yazılarının bir kısmı doğrudan; bazıları da mektup, günlük, röportaj
türlerine ait tekniklerle kaleme alınır. Bu tekniklerle yazıldığında bile
yazar "gözlem" gücünü ön plana çıkarır.
- Gezi
esnasında yazar, birçok yer görüp birçok kişiyle tanışır. Bunları sonradan
hatırlaması güç olacağı için gezi esnasında kısa kısa notlar alır.
- Başarılı
bir gezi yazısında okuyucu yazıyı okurken kendisini yazarla geziye
çıkmış hissetmelidir.
Anı (hatıra) ile gezi yazısı türü birbirine oldukça benzerler. Anının gezi yazısından en önemli farkı anıda yazarın kendisini ön plana çıkarmasıdır. Anıda yazar sık sık kendinden bahseder. Gezi yazısında ise gözlem unsuru önemli olduğundan yazarın kendisi gezilip görülen yerlerin gerisinde kalır.
Çevre, gözlem, dışsal gerçeklik anı
türünde gezi türündeki gibi belirgin değildir. Gezi yazılarında çevre
betimlemesi; anıda ise kişi betimlemesi daha baskındır. Gezi yazıları anılara
göre daha realist ve inandırıcı yazılardır.
Gezi yazıları, çok eski zamanlara dayanan bir geçmişe sahiptir. Hun hükümdarı Atilla'ya gönderilen Priskos'un eseri ile Kilikyalı Zemarkhos'un Bizans İmparatorluğu elçisi olduğu dönemde tuttuğu notlar gezi yazılarının ilk örneğini oluşturur.
İranlı Nasır Hüsrev'in hacca giderken Mekke'de tuttuğu notlar yine Anadolu ve Mısır izlenimlerini içeren "Sefername" eseri de gezi yazılarının ilk örneklerindendir.
Venedikli ünlü gezgin Marco Polo ve Arap
gezgin İbn-i Batuta'nın gezi yazıları ilk önemli eserler olarak bilinir. İbni
Batuta özellikle Anadolu ve Horasan başta olmak üzere bu civarlarda yaşayan
Türkleri eserinde konu edinmiştir. Marco Polo'nun ise Orta Asya ve Yakın Doğu
ülkelerine yaptığı geziden mükemmel bir gezi yazısı örneği ortaya çıkmıştır. Bu
eser birçok dile çevrilmiştir.
Doğuya Yolculuk: Gerard de Nerval
İsfahan Seyahatnamesi: Pierre Loti
İstanbul: Edmondo de Amicis
İstanbul Seyahatnamesi: Josephus Grelot
Sultanlar Kentine Yolculuk: Salomon
Schweigger
Dünyanın Hikâye Edilişi: Marco Polo
Erzurum'a Yolculuk: Aleksandr Puşkin
Kâtip Çelebi'nin "Cihannüma" isimli eseri de kendisinin Osmanlı Devleti'nin birçok yerini dolaşması sonucunda edindiği izlenimleri içermesi anlamında önemli bir eserdir. Bu eserde gezip görülen yerlerle ilgili ayrıntılı bilgiler yer alır. Nabi'nin "Tuhfetü'l Harameyn" eseri de gezi yazısı türüne güzel bir örnek oluşturur.
Edebiyatımızda gezi türünde en önemli eser hiç şüphesiz Evliya Çelebi'nin 17. yüzyılda kaleme aldığı ünlü eseri "Seyahatname"dir. Dünya edebiyatında da bilinen bir eserdir. On cilt halinde yazılan bu eserin ilk bölümü İstanbul'u anlatmaktadır. İstanbul, her açıdan Seyahatname'de yer almıştır.
Evliya Çelebi, tam 40 yıl boyunca Osmanlı Devleti'nin gerek sınırları içinde gerekse de dışında gezip gördüğü yerleri bu eserinde anlatır. Bursa, Trabzon, İzmir, Hicaz, Avusturya, Mısır, Dağıstan ve Habeşistan bahsettiği yerler arasından öne çıkarlar. Çelebi, gezip gördüğü yerlerin tarihi, etnografik, kültürel, coğrafi özelliklerini sade, içten, akıcı, abartılı bir şekilde kaleme almıştır. Eserdeki söyleşi havası da esere ayrı bir hava katmıştır.
17. yüzyılda Avrupa ve Yakın Doğu ülkelerine görevlendirilen elçilerimizin yazmış oldukları sefaretnameler de birer gezi yazısı niteliğindedir. Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi'nin "Fransız Sefaretnamesi" bu anlamda önemlidir. Çelebi, bu eserinde Lale Devri'nde Fransa'da elçilik yaparken izlenimlerini samimi bir şekilde dile getirmiştir.
19. yüzyıl Türk edebiyatında gezi yazılarına ilginin bir hayli arttığı yüzyıldır. Denizcilerimiz bu anlamda öne çıkar. Uzak Doğu, Orta Asya, Afrika gibi yerlerdeki gözlem ve izlenimler edebiyatımızda gezi yazısı türünde önemli eserler kazandırmıştır.
Tanzimat Dönemi'nde bu türe olan ilgi artmıştır. Ahmet Mithat Efendi'nin kaleme aldığı "Avrupa'da Bir Cevelan" adlı eser bu türün güzel bir örneğini oluşturur. Bu eserde yazar; İstanbul'dan başlayıp Stockholm'e kadar devam eden tren yolculuğundan ayrıca dönüş yolunda Avrupa'da birçok yerle ilgili izlenimlerinden bahseder.
Direktör Ali Bey'in "Seyahat Jurnali" isimli eseri de bu yüzyıldaki önemli gezi yazıları içerisinde yer alır. Servetifünun Edebiyatı'nın önemli şahsiyetlerinden Cenap Şahabettin'in Hicaz yolculuğunu anlatan "Hac Yolunda" ve yine Avrupa'ya yaptığı bir gezideki izlenimlerini aktardığı "Avrupa Mektupları" gezi yazısı türünde önemli yapıtlardır.
Fecriati Edebiyatı'nda Ahmet Haşim'in "Frankfurt Seyahatnamesi" önemli bir gezi yazısı örneğidir. Yazar, eserde tedavi amacıyla gittiği şehre ait özellikleri ve izlenimlerini dile getirir. Haşim, bu yazılarını önce ayrı ayrı yayımlar sonrasında ise bunları kitap haline getirir. Yazarın Frankfurt'a kaldığı sürece mutsuzluğu ve yalnızlığı da eserde yer bulur.
Sonraki yıllarda bu türde önemli yapıtlar Falih Rıfkı Atay tarafından verilir. Falih Rıfkı Atay, "Deniz Aşırı", "Bizim Akdeniz", "Taymis Kıyıları", "Yolcu Defteri", "Tuna Kıyıları" eserlerini edebiyatımıza kazandırır. Bu eserler yazarın kişisel gözlemlerini ve başka bilgi ve belgelere dayalı betimleme ve yorumlarını içermesi bakımından önemlidir.
Reşat Nuri Güntekin'in "Anadolu
Notları" eseri de gezi türünde kaleme alınmış önemli bir eserdir. Bu
eserde yazar, bir Anadolu gezisinde yaşanan olayları kaleme alır. İsminden de
anlaşıldığı üzere "Anadolu Notları" eseri çeşitli notların
derlemesinden oluşmuştur. Eser, Anadolu'nun her açıdan toplumsal bir tarihidir
adeta. Anadolu'nun güzellikleri, Anadolu halkının yaşayış tarzı, örf ve
adetleri bu eseri süsler.
Gezi Yazısı ile İlgili Örnekler
Örnek 1
VİYANA'NIN BEDESTEN ÇARŞISI
Hepsi bin beş yüz dükkândır. Öylesine düzenli yapılmış, öylesine şenlik ve süslüdür ki her bir dükkâncıda birer Mısır hazinesi mal vardır. Her esnafı sokak sokak birer ulu yola dağılmış saatçılar, kuyumcular, kitapbasmacılar, berberler ve terzilerin çarşıları öyle süslüdür ki sanki nigerhane-i Çin nakşıdır. Şaşılacak sanatlar işleyip görülecek aletler yapmada eşsiz sokaklardır. Vakitleri gösteren, ay ve günlü, burçları gösteren, takvimli, aşmalı çalar saatler işlenir. Ve bütün türlü türlü yaratıkların tasvirleriyle çeşit çeşit saatler yaparlar ki gözleri, elleri ve ayakları kımıldayıp gören adam o hayvanları canlı da öyle hareketler ediyorlar sanır. Oysa onu büyük ustalar çark ile işletip saat etmişlerdir. Bütün şehir içinde ne kadar değirmenler varsa ne at ne sığır ne de adam çevirir. Değirmenleri ve kebap şişlerini ve kuyulardan kovalarla su çekmeyi ve kırlarında gezen arabaları atsız, sığırsız, bütün başka yoldan, akıllarını kullanarak ve sanatlı saat çarkı ile yürütürler. Değirmenler ve kalıp çarkları ve kuyuların dolapları ibret verir arabalardır. Ama her araba kırda giderken yüz kantar yük çeker. On mandanın çeviremeyeceği arabaları çarklar çevirip düz yerde rahat gider. Ama yokuşa gidemez; inişe hızla giderken arabanın ardında ağır bir yük sürütüp arabalar aşağı inse rahat gider. Ancak araba üzerinde bir kâfirin elinde bir çatal demir uçlu sırığı var, onunla arabayı sağa sola çevirir. Eğer araba pek gitsin derse saat gibi arabanın çarklarını kurup hızlı gider. Ama şaşılacak bir sanattır ki bu çarklı arabaların kimisi hem arabadır hem dört tekerleğinin yanlarında birer un değirmenleri var, kimisinde ikişer değirmen işler. Ama bu değirmenli araba iki kattır, az yük götürür, şaşılacak, görülmedik sanatlı arabalardır. Bu Beç şehri içinde çeşit çeşit demirden el değirmenleri yaparlar, bir heybeye ya da hararlara koyup yolculuklarında birlikte götürürler. Bir saatte iki kile un öğütür. Yolcuya pek gerek olan el değirmenleridir. Başka bir çeşidi de şudur: Bir küçük sandığın içine yine demirden un değirmenleri yaparlar, adam çevirmeden bunu da çarklar çevirir. Hemen buğdayını eksik etmeyip on iki saatte bu çarklarını kurdukça ince un, beyaz un öğütür. İbret Alınacak Bir Sanat: Bir türlü mum şamdanı yaparlar, yarım saatte bir mum fitilini kesmeye şamdanın içinden komik görünüşlü bir Arap çıkıp mumun fitilini elindeki makasla keser, yine şamdanın altında kaybolur.
Evliya Çelebi (Seyahatname)
İSTANBUL BEYANINDADIR
Bu şehri Hazret-i Süleyman'ın kurduğu söylenir. Ayrıca Türklerin bu şehri almaları yüce Kuran'daki "Kutlu Belde" tamlamasıyla anlatılır. Sözün kısası Türk gümbürtüsü Türk görkemi Türk velvelesi Türk debdebesi ve Türk'ün zaferi olan bu beldenin yeryüzünde bir benzeri yoktur. Yunan ve öteki tarihçelerin İstanbul'un kuruluşunda söz birliği ettikleri hikâye şöyledir. Hazret-i Peygamber'in doğumundan 1600 yıl önce Hazret-i Süleyman insanlara cinilere kuşlara vahşi hayvanlara ve rüzgâra hükmederken bir padişah ona isyan etti. Hazreti Süleyman bu padişahın ülkesine varıp onu tutsak etti. Ancak bu padişahın periler kadar güzel bir kızı vardı. Dul olan Süleyman Nebi padişahın kızıyla evlenince onu Rum illerine getirdi. Kız şeytanın aldatmasıyla durmadan ağlamakta idi. Süleyman Peygamber eşinin ağlamasının ve kederinin nedenini sorunca: "Ya Eminallah! Dilerim ki benim için burada büyük bir saray yaptırırsın ben de geri kalan ömrümü orada daima ibadetle geçiririm." diyerek ricada bulundu. Hazret-i Süleyman uzun araştırmalardan sonra İstanbul toprağına geldi. Şimdi Hünkâr Bahçesi denilen Sarayburnu'na gelip orada otağını kurdu bir gecede su ve havasının güzelliğine vuruldu. Orada da büyük bir saray ve rengârenk bahçeler içinde köşkler yaptırdı. Daha sonra da İstanbul için şöyle bir duada bulundu: "Bu şehir cihan yıkılıncaya değin bakımlı ve onarımlı kalsın."
Evliya Çelebi (Seyahatname)
VİYANA'DA BÎR HASTANIN AMELİYATI
Viyana'da bir hastanın şakağına mermi girmişti. Doktor ve yardımcısı bu mermiyi çıkarmak için ameliyata başladılar. Ben de izin istedim ve sessizce onları izledim. Doktor öncelikle hastanın alnının ortasından başlamak üzere baştaki deriyi iki tarafa doğru soydu. Ardından başının yan tarafından bir delik açtı. Sonra bir demir parçasıyla kafatasını kaktırarak ayırdı. Kafatasının tam ortası keserin dişleri gibi birbirine geçmiş olduğu için tam ortadan ikiye bölündü. Ben hastaya daha yakından bakmak için yaklaştım, bu arada mendille ağzımı kapattım. Doktor bana niçin ağzını bu şekilde kapattın deyince: "Belki hapşırırım ve hastaya zarar verebilirim." deyince doktor: "Sen doktor olmalıymışsın." dedi. Ardından doktor kurşunu çıkardı, kurşunun yerini de bir süngerle temizledi. Sonra da kemikleri eskisi gibi birleştirdi. Deriyi de kapattı. Ardından yüzlerce iri at karıncası getirdiler. Doktor karıncaları tek tek derinin bitiştiği yerlere yaklaştırıyordu. Karınca bu bitişen deriyi ısırır ısırmaz, doktor karıncayı belinden kesiyordu. Böylece deriyi baştanbaşa kapattılar. Birkaç hafta sonra adam iyileşti, karınca parçaları da kendiliğinden döküldü.
Evliya Çelebi (Seyahatname)
OTORAY YOLCULUĞU NİĞDE–KAYSERİ
Niğde'ye yaklaşıyorduk.
Yanımda oturan bir Niğdeli şehrin eteğini
saran ağaç kümeleri arasında pekiyi seçemediğim bir noktayı işaret etti. —
Faruk Nafizin hanı, dedi.
Büyük şairin han sahibi olduğu günleri de
inşallah görürüz. Fakat yol arkadaşımın bana gösterdiği bina sadece Faruk
Nafizin unutulmaz Han Duvarları şiirinde tasvir ettiği han idi.
Kıyafetinden anlaşıldığına göre Niğdeli arkadaş
bir esnaf yahut işçi idi. Böyle olmakla beraber Han Duvarları'nı ve Faruk
Nafiz'i biliyordu. Daha garibi trende ilk gördüğü bir yabancının bu şiiri,
şiirde tasvir edilen hanı ve Faruk Nafiz'i tanımamasını kabul etmiyor, ateş ve
su nev'inden herkesçe malûm şeylerden bahseder gibi iki kelime ile bana
maksadını anlattığına inanıyordu.
Güzel şiirin kudreti! İyi yazılmış bir
manzum hikâye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine rağmen asıl sahibinin
elinden alıyor, Faruk Nafiz'e mal ediyordu.
Maamafih arkamızda ayakta duran ve bizi
dinleyen uzun boylu bir sakallının "yok yahu… O han falanındır" diye
öteki mal sahibinin hakkını da ziyadan kurtardığını itirafa mecburum.
Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk
Nafiz'in istiklâl muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun
mesafeyi, ben bugün otoray denen yeni icat bir âlet içinde, âdeta uçarak
geçiyorum.
Akşamın beş buçuğunda daha Niğde
istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri'de olacağım.
Bisikletin ilk icadı zamanlarında ona
verilen Şeytan Arabası ismini bu otoraya saklamak lazımmış! Otoray görünüşte
yirmi otuz kişilik büyücek bir otobüs. Fakat ikisi arasında âdeta nalınlı adam
ile patenli adam farkı var. Otobüsün mütemadiyen taşla, toprakla boğuşmasına
mukabil Otoray, cilâlı çelik raylar üstünde yağ gibi kayıyor.
Ulukışla ile Kayseri arasında günde iki
sefer yapan bu arabaların, birinci ve ikinci sınıf yolcuları için, şoförün
arkasında dört maroken koltuğu, cemekânlı bir kapı ile buradan ayrılan geri
tarafında da demokratlara mahsus, yirmi otuz kişilik kanapesi var.
Bazı şakacı yolcular lüks kısma Lortlar
kamarası, ötekine Avam kamarası adını takmışlar.
Bu Otoray, yolları âdeta çocuk oyuncağına
çevirmiş. Meselâ Kayserililer bizim Ada vapurları biletinden daha ucuz bir para
ile günübirliğine Bor bahçelerinde eğlenmeye gidiyorlar.
Şoför, daha doğrusu makinistin bana
anlattığına göre Adana ve Kayseri'de oturan iki akraba, meselâ bir ana kız
pazar sabahları bulundukları yerden hareket ediyor, öğleyin Ulukışla'da
birleşiyorlar; akşama doğru yine evlerine dönüyorlarmış.
Bu seyahat, artık yolculuktan usandığım
bir zamana rastlamış olmakla beraber beni atlıkarıncaya binmiş bir bayram
çocuğu gibi eğlendiriyordu. Otoray, son derece munis bir dekor arasından akıp
giderken kâh makinistin omuz başından önümüzdeki yola, kâh arkaya geçerek akşam
ışıkları ile sararıp kızaran ovalara bakıyordum.
Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı
değiştirmekle kalmıyor; duygularımıza dünyayı görüş tarzımıza da tesir
ediyor.
Yolculukta akşam, insanının gayri ihtiyarî
garipsediği, kendini karanlık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam
garipliği terkib ile anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz bucaksız mesafeler
arasında kaybolmuş hissetmemizin, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek
şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunun elbette bir payı vardır.
Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor,
insana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde dolaşmak hissini
veriyor.
Faruk Nafiz:
"Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı
yollar"
diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak, "kendini tekerleğin sesine kaptırarak" geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu acı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi?
Reşat Nuri Güntekin (Anadolu
Notları'ndan)
ROMA'DA
Bu, Roma'ya üçüncü gelişimdir. Ama Roma, orada doğup orada büyüyenler için bile
bitmez. Her heykel, her tablo, her anıt, size her görünüşünde güzelliğin
yeni bir sırrını açacaktır. Roma'da heykel vatandaş olmuştur. 0, müzede değil,
bizim gibi sokaklarda dolaşıyor, meydanlarda geziniyor, parklarda dinleniyor!
Sabahleyin ağzından sular dökülen aslanları seyrederek Doney'e gittim. Burası,
büyük otellerin, şık mağazaların ve camlarından hare hare sular akan çiçeklerin
sıralandığı büyük bir cadde üstünde, Via Veneto'da bir kahvedir ama Mehmet
Akif'in "Mahalle Kahvesi" değil, bir temizlik ve zarâfet sergisi...
Kaldırım üstündeki masalardan birine oturdum. Garson, ısmarladığım portakal
suyunu getirdi. İçinde dört köşe, pırıl pırıl bir buz parçası, yanında, ipek
kâğıtlı keselere el değmeden doldurulmuş şeker...
Bardağı yudum yudum emerek caddeyi seyrediyorum: iskarpinler geçiyor... Siyah
iskarpinler, beyaz iskarpinler... Bağlısı var, düzü var, fiyonklusu var. Ama
iki şey yok: Boyasızı bir, çarpık ökçelisi iki.
Gözlerimi yavaş yavaş yukarı kaldırıyorum: Her kadın başı güzel taranmış ve her
erkek çehresi jiletten yeni çıkmış. Roma sokaklarında dağınık kafa, kepekli saç
ve tıraşsız surat göremezsiniz. Via Veneto yolcuları arasında bir şey daha yok:
Hasta ve sarsak adam. Değil koltuk değnekleriyle asfaltı karıştıran
topala, değil bastonuyla kaldırımları dürtükleyen köre, öksüren insana bile
rastlayamazsınız. Avrupalı, öksürdü mü:
— Hastalandım, deyip yatağa giriyor.
Yusuf Ziya Ortaç (Göz Ucu ile Avrupa)
GÜZELİM TAŞKENT
Uçağımız, Moskova Havaalanı'ndan saat
23.00'de kalktı. Bir süre sonra, gökyüzünde sanki rüzgârsız, bulutsuz,
yıldızsız bir noktaya, uzun bir süre takılı kaldık. Önce koyu lacivert, sonra
açık mavi bir gökyüzü, pencerelerimizi süslemeye başladı. Böyle, saatlerce
güneydoğuya doğru uçtuk. Taşkent'e indiğimiz zaman, güneşin ilk ışıkları,
Türkistan topraklarını daha yeni yeni öpüyordu. Anlatılmaz bir şafak
güzelliği, ruhumu ürpertilerle doldururken Taşkent toprağına ilk adımımı attım...
Serin bir rüzgâr yüzümü okşadı. Siz hiç
rüzgâr öptünüz mü? Ben rüzgârı, hem de yüzlerce defa, o güzel Taşkent
sabahında öperek yürüdüm. İçimden: "Merhaba huzur" diyordum.
"Merhaba sevgili Taşkent!..." Demek ki artık, Türkistan
Toprağı'ndayım.
Karşı binalardan iki Özbek, uçağa doğru
koşmaya başladı, ikisinin de başında, ipek ibrişimlerle çiçek açan badem ve
gözyaşı motifli Özbek takkeleri var. Badem motifleri, Asya Türkü'nün, çekik
gözlerine benziyor. Orta yaşlı Özbek, genç yardımcısına bağırdı:
"-Envar! Envar! Sen mihmanları surda
yığışla, sonra bile getgen! çabıkl çabık! çabık!"
Taşkent'te, Türkçe duyduğum ilk cümle
budur. Her kelime bir dost selâmı gibi gelip yüreğimi buldu: "Enver!
Enver! Sen misafirleri şuraya topla. Sonra birlikte gidelim. Çabuk, çabuk,
çabuk!"
Misafirler, sağa sola koşuşan Enver'in
gösterdiği salonda toplanmakta gecikmediler. Biraz sonra, arabalarla Taşkent
yoluna düştük. Ay yüzüne inmiş bir insan gibi, her yere dikkatle bakmaya, her
kelimeye kulak kabartmaya başladım. Alabildiğine uzanan düz bir toprak,
sonsuzda, ufukla birleşiyor. Toprak tanınır mı hiç? Gökyüzü tanınır mı? Rüzgâr
tanınır mı? Herhalde hayır diyeceksiniz! Ama ben, ilk defa gördüğüm
o aziz toprakları tanıdım? Gökyüzünü tanıdım! Rüzgârını tanıdım! Kendi kendime:
"Şu alabildiğine dümdüz uzanan topraklar, bal gibi Konya bozkırı! Şu açık,
şu insana huzur veren masmavi gökyüzü, bizim Bursa'dan! Şu mis gibi serin
rüzgâr Sivas yaylalarından! Ve bu sevimli yüzler, badem gözler, bizim eşimizden
dostumuzdan; bizim kavim kardeşimizden!" diyordum.
Kilometrelerce yol aldığımız halde, ne bir
karış yüksekliğinde bir tümsekten atlıyor, ne de çok hafif bir meyilden
kayıyoruz.
Taşkent'e huzurlu yaklaşıyoruz. Taşkent,
sabahın ilk ışıkları altında yavaş yavaş gerinen bir dev gibi... Kendisine
yaklaştıkça karşımızda önce toparlanıp oturmaya, sonra doğrulup ayağa kalkmaya
başlıyor.
Arabalarımız şehrin büyük ve geniş
caddelerine girer girmez şaşırıp kaldım. Çünkü gördüm ki Taşkent, pırıl pırıl
geniş caddeler, kocaman havuzlarla güzelleşen büyük meydanlar, heybetli
apartmanlar, gölgeli ve çiçekli parklar, gösterişli sinemalar, Özbek
Nakışları'yla süslü zengin müzeler, alımlı heykeller, çeşitli üniversiteler ve
uğultulu fabrikalar şehri...
Etrafta ne bir kerpiç ev, ne bir kerpiç
duvar, ne tozlu topraklı bir eski yol var. Taşkent, Asya ruhundan sıyrılarak,
tam bir Avrupa şehri olmaya başlamış.
Arabalarımız 16 katlı "Özbekistan
Mihmanhanası" önünde durduğu zaman, güneş bir-iki minare boyu ancak
yükselmişti. Gördüm ki; Özbekistan Mihmanhanası, etrafını kuşatan geniş
caddelere, birkaç metre yükseltilen yığma bir düzlükten bakıyor. 16 katlı
Özbekistan Misafirhanesi, modern bir otel. Meydanın bir köşesinde, kocaman bir
havuzun sayısız fıskiyelerinden sakırdayarak dökülen suların ince musikisi,
kuş cıvıltılarıyla birlikte, etrafa perde perde yayılıyor. Ve o serin meydanı
süsleyen iri güller, sabah mahmurluğuyla yüzümüze gülümsüyorlar. İki bin
kişilik Özbekistan Mihmanhanası'nda, bizim için ayrılan odalarımıza çekildik.
Taşkent'i yakından tanımak için, akşama
doğru sokağa çıkabildik. Günlerden pazardı. Dışarıda nefis bir hava vardı.
Rastgele yürümeye başladık. Büyük ve güzel parklardan geçtik. Büyük ve güzel
meydanlar gördük. Büyük ve güzel fıskiyeli havuzlar, ruhumuzu bir sonsuzluk
türküsüyle kucakladılar. Geniş kaldırımlı caddelerde, yer yer açılıp saçılan
zarif çiçeklikler, yüreğimizi sevdalandırdı. Birdenbire Taşkent'i bu haliyle
de sevmeye başladım. Taşkent bana, sessiz ve sakin bir sayfiye şehriymiş gibi
geldi. Müthiş bir sessizlik, müthiş bir ıssızlık, şehrin bütün caddelerini,
bütün meydanlarını kucağına çekmişti. Görünürlerde, hemen hemen hiç kimse
yoktu. Güzelim Taşkent, sanki bir hava hücumuna uğramış veya terk edilmiş bir
şehir kaderiyle, derinden derine kendisini dinliyordu. Geniş yapraklı
ağaçların arkasında yükselen blok apartmanlar, pencerelerin ve balkon kapılarını
sıkı sıkıya kapayarak, esrarengiz hâllerini gözlerimizden kaçırmaya
çalışıyorlardı. Bizi, zaman zaman olduğumuz yere çivileyen bazı büyük
binaların mimarileri, Türk - İslâm medeniyetinin nakışlarıyla süslüydü. Ben,
modern binaların ön cephelerinin büyük bir kilim gibi boydan boya işlendiğini,
ilk defa Taşkent'te gördüm. Bu çarpıcı güzellikler içinde, birkaç Özbek'e
rastlamak, konuşmalarına kulak kabartmak, yüzlerine, gözlerine, kıyafetlerine
bakmak için can atıyordum. Hayret! Kilometrelerce yürüdüğümüz halde, karşılaştığımız
kimseler ancak 5-10 sayısı içinde kaldılar. Kırmızı yanan trafik lambaları
önünde 3-5 araba ya var; ya yoktu. Her köşe başında, her cadde üzerinde, her
meydan ortasında, sessizlik âdeta taş kesilmiş. Peki, ama bu bir milyon sekiz
yüz bin nüfuslu şehrin halkı nerelerde acaba? Çetin Tunca, içimden geçenleri
duymuş gibi söze başladı:
"-Taşkent böyledir işte! Âdeta bir
sayfiye şehridir. Ama Baku sıcak, canlı, güzel bir şehir."
Yavuz Bülent Bakiler (Türkistan Türkistan)
Ayrıca bakınız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder